
Menü
Burdur'u Tanıyalım
Yararlı Bilgiler
Gizlilik
İletişim
Efsaneye göre Sagalassos kentinin kralı olan Severianus’un bir kızı vardır. Kralın isteği ile kızı Asume, soylu bir ailenin oğluyla evlendirilir. Fakat çiftler anlaşamazlar. Gel zaman git zaman seneler geçer, ama prens ve prensesin evlilikleri her geçen gün daha kötüye gider ve sarayın içinde kavgasız bir gün geçmez. Uzun süre durumun düzelmesi için bekleyen kralda en sonunda umudunu yitirir ve tüm uyarılarına rağmen kavga gürültü kesilmeyince kızını ve damadını cezalandırmak için adamlarına emir verir ve adamlar ikisini alıp İnsuyu Mağarası’nın en ücra köşesine bırakıp ölüme terk ederler.
Önceleri buradan kurtulmak için çok uğraşan çift bir süre sonra bunun imkânsız olduğunu fark ederler ve İnsuyu Mağarası’nda bulunan Dilek Gölü’nün şifalı sularını içerek beslenirler. Bu arada ne olursa olur ve karı koca birbirlerini sevmeye başlarlar. Asume kocasına baştan beri bir şans vermediğine hayıflanır, prens ise karısının derdini bir kez bile sormadığına üzülür. Birbirine kenetlenen ve her geçen gün sevgisi büyüyen çiftin aşkları bir ışık kümesi halini alır.
Prens ve prenses bu büyülü ışığı izlediklerinde ise bir mucize gerçekleşir ve mağaradan kurtulmayı başarırlar. Bu mucize ile birbirlerine daha da bağlanan çift krallığa dönerek kraldan kendilerini affetmelerini isterler. Hem kızını özleyen hem de yaptıkları karşısında büyük bir vicdan azabı duyan kralda onları kucaklar. O günden sonra krallıkla sadece kahkaha sesleri duyulur ve bir ömür boyu mutlu bir şekilde yaşarlar.
Yiğit Tekelioğlu, Burdur Beylerinden birinin güzel kızına gönlünü kaptırır. Kızı ister:
- Biz, başıbozuk zeybek takımına kız vermeyiz, gitsin kısmetini başka yerden arasın, derler.
Bu sözler, Burdur yaylalarının korkusuz mert zeybeği Tekelioğlu’nun gururunu incitir, gönlünü yaralar. Üstelik bey kızı da kendisini sevmektedir. Bu umutsuz aşk, böyle sürüp giderken, bir haber ulaşır Tekelioğlu’na. Bey kızı, komşu beylerden birine verilmiş, Burdur’da anlı - şanlı düğünler yapılmakta. Tekelioğlu can evinden vurulur. Üç-beş arkadaşıyla birlikte, düğün alayının geçeceği yolda pusu kurar. Alay, bulunduğu yere yaklaşır yaklaşmaz, yayından fırlayan ok gibi, atına atlar, kalabalığa dalar, gelini atından alır, terkisine bindirerek dörtnal sürer. Şaşkına dönen alayın koruyucuları az sonra Tekelioğlu’nun peşine düşerler. Burdur Gölü yakınlarında yaman bir çarpışma olur
. Tekelioğlu’nun adamları birer birer yakalanırlar. Tekelioğlu bakar ki kurtuluş yok, önü göl, ardı beyin adamlarıyla sarılmış, terkisindeki geline seslenir:
- Kurtuluş umudu kalmadı. İn aşağı canını kurtar.
Kız cevap verir:
- Tanrı bana bir can verdi, onu da sana adadım. Beni senden ölüm ayırır ancak.
Tekelioğlu ısrar eder, kız kararından dönmez. Çaresiz kalan Tekelioğlu, bunun üzerine sürer atını göle. Burdur Gölü, sessizce çeker bağrına onları. Az sonra, gölün köpüklü suları üzerinde bir telli duvak görünür. Başka şey görünmez.
Bu acı olay, yıllarca unutulmaz. Yürek yakan bir oyun havası, Tekelioğlu Zeybek Havası adıyla düğünlerde dile gelir.
Tekelioğlu seslenir:
Alt yanım deniz de üst yanım balkan
Kır atın üstünde şavkıyor kalkan
Namert olsun beyler ölümden korkan
Tekelioğlu diye ünüm var benim.
Al-yeşil kuşanmış ince beline
Kıymayın ağalar telli geline
Atımı dehledim Burdur Gölü’ne
Tanrı’ya verecek canım var benim.
Her sabah dikilir bir sırlı gömlek
Ak üstüne al al benli şafaktan
Sabah kapı kapı haber vererek
Geçer adım adım her bir sokaktan.
‘Göl’ ince kıvraktır, ‘gül’ katmer, katmer
Üzümler asmadan lezzeti emer.
Genç kızda bir çift göz yemyeşil güler,
Yemyeşil gözleri yeşil topraktan…
2.2. Emmioğlu Türküsü:
Bir türkü tutturmuş obanın oğlu, söyler yanıksı yanıksı... Bir türkü değil de sanki yüreğinin özü, ateşinin közü... Alev alev yakar düzleri, yokuşları.
Ardıçtandır kuyuların sereni
Ben severim gel demeden geleni
Kim sevmez gel demeden geleni evlat... Kendi ayağıyla tıpış tıpış gelsin de yar, ona "var git" desin, akıl almaz böylesini. Gel gör ki, Burdur'un Yeşilovası'nda söylenen bir türkü var: Emmioğlu... Kız gelir oğlanın ayağına "Kalk gidelim emmioğlu" der de, Emmioğlu nazlanır. Karşılıklı atışırlar:
Kız söyler:
Bir taş attın çaya düştü,
Çaydan üç güvercin uçtu.
Benim gönlüm sana düştü,
Kalk gidelim Emmioğlu.
Oğlan söyler:
Al öküzü çifte koştum,
Tohumunu yere saçtım.
Arkasına kendim düştüm,
Ben gidemem Emmikızı.
Kız söyler:
Al öküzü kurtlar yesin,
Tohumunu kuşlar yesin.
Sabanını çoban kessin,
Kalk gidelim Emmioğlu.
Oğlan söyler:
Kır atımın nalı yoktur,
Arkasında çulu yoktur.
Bir gecelik yemi yoktur,
Ben gidemem Emmikızı.
Kız söyler:
Altınımı nal edeyim,
Destarımı çul edeyim.
İncilerim yem edeyim,
Kalk gidelim Emmioğlu.
Fazla naz âşık usandırır derler. Oğlan bakar ki, kız kararlı, üstünde başında nesi var, nesi yoksa sevdiğinin yoluna seriyor; artık bu intihan yetişir diyerek seslenir:
Ben giderim ili ili,
Mendilimin ucu telli.
Ben sarayım ince beli,
Kalk gidelim Emmikızı.
Onlar yola düşe dursun, biz gelelim türkünün aslına. Anadolu'da türkülerin bir öyküsü, anlatacak sözü vardır. Boşuna söylenmez bu türküler. Bir olayın gerçekten toplumu ya da çevreyi etkileyen bir olayın ardından yakılır. Çoğu zaman olay kahramanlarının dilinden söylenir. Zaman içinde olay unutulur gider ama türküsü yaşar dillerde. Emmioğlu türküsü de böyle. Hikâyesini dinleyelim:
Bir zamanlar, amca çocukları olan oğlanla kız, birlikte büyür, birlikte oynarlar. Zamanı gelince de oynaş olur, birbirlerini severler. Ne var ki, amcaların araları bir tarla yüzünden açılır. Hısım, akrabalık bir tarafa itilir, iki aile birbirlerini düşman görürler. Olan olmuş araya küslük girmiştir ama Ayşe ile Ali'nin bu iki amca çocuklarının yürekleri yanıp tutuşmaktadır. Onları ölüm ayırır ancak... Kız dayanamaz, bir gece çıkınını topladığı gibi Ali'nin evine koşar, oğlanı tatlı uykusundan uyandırır, tatlı sözlerle kandırır, birlikte kaçmaya karar verirler. Oğlan kızı atının terkisine alır, düşer yollara. Yokuşları düz ederler. Şafak atmak üzere. Bir de ne görsünler. Uzaklardan, toz bulut içinde atlılar, dörtnal peşlerinden geliyorlar.
Oğlan kamçılar atını, onlar kamçılar. Burdur Gölü yamacının az ötesinde ışıl ışıl... Gel bana gel der gibi gülümsüyor. Atlılar, tam yetiştikleri sırada, oğlan atının dizginini göle çeviriverir. Ne olduysa o zaman olur.
Kız ve oğlan gölün ak köpüklü sularına gömülüp giderler. Onları bir daha gören olmaz.
Acıklı olay, Burdur'da duyulur duyulmaz bir yas çöker kentin üstüne. Bir türkü yakarlar ardından, yıllarca söylenir:
Burdur'un ötesi bağlar, bahçeler,
Bağlarda anasız kuzular meler,
Bu aşkın ateşi bağrımı deler.
Saramadım yârin ince belini,
Suların koynuna verdim gelini...
Kibyra antik kentinde hem Roma İmparatorluk (MÖ 30-MS 395) hem de Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu- MS 395-1453) Dönemi’nde tıp ve ilaç üretimi konusunda hatırı sayılır miktarda bilgi bulunmaktadır. Kibyra’nın Roma İmparatorluk Dönemi’nde sağlık konusunda bölgesinin ünlü kentlerinden biri olduğunu belgeleyen önemli verilerden ilki, kentin anıtsal giriş kapısının (TAK) ön cephedeki ayakları üzerine kazınmış iki yazıttan öğrenilmektedir.
Bu yazıtların birinde Denizli’deki Laodikeia antik kentinden birinin hastalığına Kibyralı Hekim Dionyssos’un çare bulduğunu ve bu nedenle söz konusu kişinin kent Tykhe’sine ve Hekim Dionysos’a teşekkür ettiğini okumaktayız. Anıtsal Giriş Kapısı’ndaki ikinci yazıtta ise azatlı bir köle olan Lucius’un utanç verici (genital) hastalığını Kibyralı bir başka hekim Trophimos’un hiçbir ücret almadan tedavi ettiğini ve Trophimos’un da hem hekime hem de sağlık tanrısı Asklepios’a teşekkür ettiğini öğrenmekteyiz. Bu yazıtlar, genel olarak MS 1-2. yüzyıla tarihlenmektedirler.
2014 yılında Nekropol Yolu’nda bulunan bir yazıtta ise Kibyra Halkı’nın ve burada ticaret yapan Romalılar’ın Lysimakhos’un kızı Tates’i ve kocası baş hekim Publius Camenus Pius’u erdeminden ötürü onurlandırdıkları okunmaktadır.
Kibyra Agorası’nda bulunan bir heykel kaidesinin cephesindeki yazıtta, hekim Agathoboulos’un kardeşi Asklepiades Lucius tarafından kardeşinin hekimlik bilgisindeki saygınlığı nedeniyle Kibyra Halkı’nın hürmeti dile getirilmiştir.
3.2. Kibyra’da İlaç Üretimi:
MS VI.-VII. yüzyılın ünlü hekim ve doğa bilimcilerinden Aydın (Tralles) doğumlu Aleksander’in ve Aiginalı Paulus’un anlatımlarından, şarap tadında acı bir ilacın (hydromelon) Kibyra’ya özgü olduğunu ve antikçağda hatırı sayılır bir üne kavuştuğunu bilmekteyiz. Bugün Aydın il sınırları içinde bulunan Tralles, antikçağda Lidya Bölgesi dâhilindeydi. MS 525 yılında Tralles’de doğan ve babası (Stephanus) da bir hekim olan Aleksander, döneminin en ünlü tıp insanlarından olup, MS 605 yılında Roma’da yaşamını yitirmiştir. Aleksander’in, ünlü Doğu Roma İmparatoru I. Iustinianus’un (MS 527-565) özel hekimi olarak da çalıştığı ileri sürülmüştür. Ünlü hekimin MS VI. yüzyılda yazdığı ve bir tıp ansiklopedisi niteliğindeki günümüze ulaşan en önemli metinler “Therapeutica” başlığıyla iki ciltlik bir kitapta toplanmıştır. Bu eserde Kibyra menşeili bir ilaç olan “Kibyra Hydromelonu” üzerine oldukça ilginç ve önemli aktarımlar bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Therapeutica I, 522: “…Hydromelon, en çok da Kibyra’ya özgüdür (burada bulunur), keskin baldan ise (=oxymeli?) onlar (hastalar?) için zararlı olmasından dolayı kaçınılmalıdır…”.
Therapeutica I, 531–33: “…Kırıntıları ise balla (apomelitos) veya hydromelon ile iyice karıştırmak gerekir; ancak onlara (hastalara) Kibyra’nın hydromelonundan vermek gerekmez, aksine (hatta) hastalık henüz sindirilmeme evresinde değilse, Knidos’un hydromelonundan da vermek gerekmez…”.
Therapeutica II, 235–37: “…Şayet ilaç sana yeterince güçlü görünmüyorsa, somun ekmek kırıntılarını bala (apomeli) veya hydromelona veyahut da gül suyuna ekle, fakat Kibyra’ya özgü olarak anılan hydromelondan sakın, yoksa (vücut) ısı bakımından tetiklenir (= vücut ısısı artar) ve (ısı) kafaya sıçrar, öyle ki aklını kaçırmana neden olur (=havale?). Çok daha iyi olması için, şayet çok zayıf görünüyorsa, az miktarda Knidos veya Kibyra hydromelonundan eklenebilir…”.
Therapeutica II, 324: “…Bu hastalıktan mustarip kişi ateşlenirse, ancak başlangıç evresi gençlik dönemindedir, soğuk şeylerden değil de daha çok yağlı, tatlı veya zeytinyağlılardan dolayı midesini alt üst eder ve (bunu) geğirtiler ve gurultular takip eder; onlara (hastalara) şaraba değil de olgunlaşmamış üzüm balına veya Kibyra’nın hydromelonuna veya suyla karıştırılmış şaraba veyahut da gülsuyuna batırılmış somun ekmek vermek gerekir; (hastanın da) bunlardan azar azar alıp yutması gerekir…”.
Konu ile ilgili bir diğer kaynak da MS 625–690 yılları arasında yaşadığı bilinen Aiginalı hekim ve doğa bilimci Paulus, “Yedi Kitaplık Tıbbi İnceleme” adlı tıp ansiklopedisidir. Bu eserde de Kibyra’nın hydromelonu üzerine bilgiler bulunmaktadır.
Kitap III, Bölüm 6: “Phrenitis Üzerine”: “…Phrenitis membranların ateşlenmesidir, bununla birlikte zaman zaman beyinde de ateşlenme görülür. Bazen olağandışı bir şekilde beyin içerisinde ateş kendini iyileştirir. Bu rahatsızlığa sebep olan şey kanın veya sarı safranın aşırı fazla olmasıdır, bazen de sarı safranın aşırı derecede ısınıp siyaha dönmesi phrenitis’in en tehlikeli türüne neden olur...”.
Görüldüğü üzere; Kibyra adıyla özdeşleşen hydromelon adlı bir ilaç, özellikle Geç Antikçağ’da ünlenmiştir. Kibyra hydromelonunun, özellikle ateşli hastalıklar ve kan kusma gibi rahatsızlıklar için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Antikçağın ünlü iki hekimi, Kibyra’ya özgü ilacın dikkatli kullanılması gerekliliği ve yan etkileri hususlarında hastaları uyarmışlardır. Kibyra’da böyle bir ilacın halk arasında bir deneyim sonucunda mı, yoksa daha profesyonel farmakolojik bir araştırma neticesinde mi üretildiğini bilemiyoruz.
Antik kaynaklarda geçen “hydromelon” terimi konunun uzmanlarınca hep “ayva suyu ya da balla karıştırılmış ayva şerbeti” olarak çevrilmektedir. Şayet içeriği sadece bunlardan ibaret ise ayva ve balın hemen hemen her antik kentte rahatlıkla üretilebileceği için, hydromelonun da her kentte biliniyor olması gerekirdi. Oysa bu ilacın Kibyra’ya özgü olmasında, belki daha farklı bir içeriğe sahip olması neden olmuştu. Konu üzerine araştırmalarımız hala devam etmekte olup henüz kesin bir sonuca ulaşmak için erkendir. Fakat şu gözlemimizi belirtmekte fayda vardır. Günümüzde Kibyra Agorası batı kıyısındaki bir boşlukta, sadece sınırlı bir alanda, antik kent ve çevresinde rastlanılmayan “meyan” bitkisi doğal olarak yetişmektedir. Yukarıda aktardığımız antik kaynaklarda, Kibyra’ya özgü ilacın ne tür hastalıklara karşı kullanıldığı anlatımlarıyla, günümüz şifacılarının meyan bitkisinin faydaları ve hangi tür rahatsızlıklara şifa olduğu (daha çok kökünden yapılan meyan şerbeti) üzerine aktardıkları bilgiler paralellikler arz etmektedir.
3.3. Kibyra’da Bir Mucize Gerçekleşti mi?
MS IV. yüzyılda yaşamış olan Epiphanius (MS 315–12 Mayıs 403), yaşadığı dönemde Ortodoks Kilisesince sapkın sayılan tarikatlarla mücadelesiyle tanınmış ve son olarak Salamis’te kilise tarafından kendisine verilmiş olan önemli bir görevi üstlenerek piskoposluk yapmıştır. Epiphanius’un, MS 374–377 yılları arasında “Panarion (Şifa Sandığı)” başlıklı, toplam yedi bölümlük üç ciltten oluşan kitabı, kendi dönemindeki seksen sapkın doktrini ya da tarikatı tanıtan bir katalog içeriğine sahiptir. Epiphanius kitabının “Alogi” bölümünde, Hz. İsa’nın Galile–Kana’daki bir düğünde suyu şaraba dönüştürmesi mucizesinin aynı anda tezahür ettiği başka iki yer içerisinde, Karya’nın baş şehri olarak tanımladığı Kibyra’yı da saymaktadır. Anlatımına göre, şaraba dönüşen su kaynağı Kibyra’daki küçük bir çay ya da deredir. Kibyra’nın böylesine bir mucizeye tanıklık eden birkaç yer içinde anılması kentin Hıristiyanlık tarihi açısından not edilmeye değerdir. Bu anlatımdan Epiphanius’un bizzat Kibyra’ya gittiği de anlaşılmaktadır. Belki de sadece bir tesadüf olarak, bugün Kibyra’nın kamu yapılarının konumlandığı Merkez Tepe ve sivil yapıların konumlandığı Güney Tepe arasında bulunan ve yatağında bu iki tepeyi birbirine bağlayan tek tonozlu antik bir köprü kalıntısının yer aldığı küçük dere, günümüzde yöre halkınca “Kanlı Dere” olarak adlandırılmıştır.
Gecelerde Ay düşer üstüne sini sini.
Seven taşa kazıtıp, anlatmış sevgisini;
Her yerinde parlıyor sanatın ihtişamı,
Ölmeden görmeliyiz Ağlasun Çeşmesini!..
Hititler’ in önemli bir kolu olan Luviler ile tarihi başlatılan ve o zamanın güvenlik kaygısı ve zengin maden yataklarına sahip olması nedeniyle 2271 metrelik Akdağ’ın zirvesinin gölgesinde, derin vadilere hâkim bir konumda 1750 metre rakımda, Akdağ’ın güneye bakan dik bir yamacın taraçalandırılmasıyla kurulmuş bir mühendislik harikası ve Roma dönemi mimarisinin en iyi örneklerini barındıran Sagalassos’ta nice aşklar yaşandı.
Bugünden 1850 yıl önce Antalya, Isparta ve Burdur şehirlerinin bağlı olduğu ulu dağların yamacına sırtını dayamış ve etekleri güçlü surlarla çevrilmiş, zümrüt yeşili ormanları, kokulu gül bahçeleri, asma bağları, geniş zeytinlikleri olan Pisidia Devleti’nin Başkenti o zamanki adıyla Sagalassos diye bilinen sarayları, tiyatrosu, agorası, hamamı, meydanları ve çeşmeleri ile ünlü çok zengin şehirde Isabella adında çok güzel bir kız yaşarmış.
Dillere destan güzelliği ile bilinen Isabella ‘nın “Tanrı’ya, aşka adanmış” anlamına gelen adını ebe annesi ve tüccar babası birlikte koymuşlardı. Annesi ve babası Ağlasun’un (Sagalassos) en güzel kızını en güzel şekilde eğitmiş ve büyütmüşlerdi. Isabella Sakalasos Kütüphanesini dershane gibi kullanan filozoflardan dersler almıştı. Isebella yeşil gözlü, uzun boylu, beyaz tenliydi. Heykeltıraşlara poz verir iken topuklarına kadar düşen örgülü saçlarını nergis çiçekleri demeti süslerdi, beyaz ipekten entarisi yerlerde sürünürdü. Her gün kuğu sürüsü misali en önde Isabella olmak üzere Ağlasun’un kızları Ağlasun Meydanı’nda güneşli günlerde gün batımına karşı müzisyenler önünde her gün raks ederlerdi. Çünkü; şehrin kralları “güzellikler ortaya çıksın ve insanlar mutlu olsunlar” diye tüm güneşli günleri genç kızlar için bayram ilan etmişlerdi. O tarihlerde özel günlerdeyse önce savaşçılar, şehrin kralı ve halkın önünde savaş hünerlerini gösterir; sonra da yine kuğu misali en önde Isabella olmak üzere Ağlasun’un evlenme yaşında olan kızları müzik eşliğinde şehir meydanında raks ederlerdi.
Dillere destan güzellikte olan Isabella evlenme yaşına geldiğinde çok şehirden prensler, savaşta başarı göstermiş nice yiğitler, pehlivanlar O’na talip oldular. Isabella’nın babası kızının isteği üzerine; kızının güzelliğini gelecek nesiller de hatırlasınlar diye Isparta Dağları’nda çağlayan pınarlardan şehre su getirilmesini ve Sagalassos Meydanı’nın yanı başına Dünya’nın en güzel aşk çeşmesinin düğünden önce yapılmasını istemişti. Isabella’yı isteyenlerin tamamı umutla kendilerine gelecek olumlu haberi beklerken; Isabella’nın babası kızını Kralın oğlu Hektor’a, annesi ise kızının sevdiği kim ise ona vermeyi düşünüyorlardı.
Isabella yakın çevresine “gece rüyalarına giren; gündüz aklından çıkmayan evleneceği yiğidi Ağlasun’un bağlarında kendisinin seçtiğini ve “âşık olduğu yiğidin adını dillere düşmesin diye nişandan önce açıklamayacağını” belirtiyordu. Isabella genç ordu komutanı; yiğitlerin en yakışıklısı ve yeteneklisi Antonin’e vurulmuştu. Bu sırrını annesi dahil herkesten saklıyordu. Antonin adlı yiğit yapılan tüm savaş oyunlarında birinci gelirdi. Yiğitlikte ve mertlikte üstüne yoktu. Namı yedi şehre yayılmıştı. Ordu komutanlığını bileğinin ve aklının hüneri ile şehir halkına açık yapılan spor müsabakalarında ve savaş oyunlarında kazanmıştı.
Isabella’nın babası kızının kimi sevdiğini bilmiyordu ama bir gün kızının ağzından “evleneceği damattan çeyiz olarak dillere destan olacak aşkının dünya durdukça hatırası olacak Sagalassos şehrinin meydanına o günlerde değeri yirmi Talant, bugünkü değeri beş yüz kilo saf altın değerinde bir aşk çeşmesi yaptırmasını ve Isparta Dağları’nın çağlayan pınarlarından bu çeşmeye su getirilmesini isteyeceğini “duymuştu. Hatta Isabella şehrin baş mimarına yaşama sevincini ve aşkını anlatacak olan kendisi için yapılmasını istediği aşk çeşmesinin şehir meydanına hakim yerini de göstermişti. “Çeşmenin güzelliğinin kendi güzelliğinden geri kalmamasını “mimarlardan ve heykeltıraşlardan istemişti.
Ordunun Antonin’in komutasında seferde olduğu günlerde Ağlasun Kralı, Isabella’nın babasına elçiler göndererek Isabella’yı tahtını bırakacağı tek oğlu Hektor’a istedi. Hatta elçiler, Isabella’nın çeyiz olarak yapılmasını istediği çeşmeyi Kralı’ın seve seve yaptıracağını; Isparta’nın dağlarından çağlayan pınarlardan bu çeşmeye insanların ve kurdun; kuşun içmesi için bol berrak sular getireceğini, ayrıca yeşil mermerden yapılmış sarayını da Isabella’nın oturması için O’na hediye edeceğini ve ister iseler annesi ve babası ile birlikte ailecek bu sarayda kalabileceklerini; hatta başka istekleri varsa o isteklerini de yerine getireceğini belirttiler.
Isabella’nın tüccar babası gelen elçileri nazikçe karşıladı. Elçiler kızın babasına ve annesine “kral öldüğünde yerine geçecek oğlu Hektor’un Isabella’ya âşık olduğunu, bu müjdeli haberi vermek için geldiklerini” ballandıra ballandıra anlattılar. Kız istemeye gelen kralın gönderdiği elçilere Isabella’nın babası sevinçten ağzı kulaklarına varırcasına “Sagalassos’ta Kral'ın sarayından daha ihtişamlı bir sarayın olmadığını, ayrıca Kralı’n oğlu Prens Hektor’un üzerine de yakışıklı bir yiğit tanımadığını “belirterek; kızının gıyabında ve kızının rızasını almayı bile düşünmeden; kızının adına evlilik sözlü verdi. Bunun üzerine gelen elçiler evden çok memnun ayrıldılar.
O gece Kral’ın oğluna bu kız isteme olayı, Isabella’nın savaşa giden sevdiği Ordu Komutanı Antonin ve askerleri hariç; bütün Sagalassoslular tarafından duyuldu. Isabella hariç, herkesi “Isabella ile Kral’ın oğlu Hektor evlenecekler” diye merak, sevinç ve heyecan sardı. O geceyi Isabella bin gece gibi geçirdi. Sanki kırk kere öldü, kırk kere dirildi. Çünkü Antonin savaşa gitmeden önce fal tavuklarına yem atmış ve fal tavukları yemi iştahla yememişlerdi. Bir önceki gece de Sagalassos’ta gökyüzünde iki kuyruklu yıldız beş dakika ara ile kaymışlardı. Acele olarak Antonin’e haber uçurulmalıydı.
Kralın elçilerinin kız istemeye geldiği o uğursuz gecede ne yazık ki Antonin şehirde değildi; seferdeydi. Eğer şehirde olsaydı elçiler daha kız babasının evine gelmeden Isabella’yı atının terkisine alıp kendisine bağlı kalelerden birine hemen o gece kaçırabilirdi.
Antonin aşkı uğruna savaş elbiselerini ve silahlarını satsa ancak üç yüz öküz bedeli kadar para ederdi. Bu para da anıt çeşmenin bir kısmını yaptırmaya bile yetmezdi. Ne yazık ki Aşk Çeşmesi’ni yaptırmaya ve Isparta Dağları’ndan çağlayan pınarlardan sular getirmek için yirmi Talant ağırlığında altın para gerekiyordu. Antonin sevdiğine aşkını anlatmanın abidesi olacak Aşk Çeşmesi’ni yaptırmak için Sagalassos Kralını razı ederek savaşa gidip ganimet ile dönmekten başka çıkar bir yol bulamamıştı.
Antonin, Sagalassos Kral’ından izin alıp 7 günlük mesafede bulunan Sagalassos’un doğusundaki hazinesi altınlarla dolu Adada Kalesi’ne doğru ordusuyla harbe giderken ne olur ne olmaz diye Isabella ile haberleşmek için birbirini gören 7 kara dağın başına; yedi nöbetçi koymuş ve Isabella’dan her gün hayırlı haber olursa, her sabah şafak sökerken her nöbetçisinden kırmızı duman tüten meşale yakmalarını, kara haber olursa da kara duman tüten meşale yakmalarını istemişti.
Isabella’nın sevgilisi Antonin askerleri ile Sagalassos’a yedi günlük uzaklıkta Adada şehrinin kalesini muhasara altına alıp; orada önceden kendi gönderdiği ajanlarından duyduğu yüzlerce Talant ağırlığındaki altın külçeleri ele geçirip ganimet olarak almaya gideli daha üç hafta kadar olmuştu. Adada Kalesi’nin burçları sağlamdı, yeterli suyu vardı ama içindeki asker sayısı ve yiyecek miktarı azdı. Her sabah Adada Kalesi’nden gelen yalvarma heyetine Sagalassos Ordu Komutanı Antonin; barış şartı olarak Büyük İskender’in ağzı ile “Benim bir tek şartım var, teslim olun, sizden başka bir şey istemiyorum “diyordu. Antonin’in güçlü ordusu karşısında Adada halkının uzun süre dayanma şansları yoktu.
Her sabah güneş doğarken Adada halkı ve askerleri gönderdikleri yalvarma heyeti aracılığı ile kaleyi vermeden; haraç verip kaleyi almaya gelen Antonin’den imdat diliyorlardı. Kaleleri ve özgürlükleri hariç; verebilecekleri haracı vermeye hazırdılar. Ama Antonin hem kaleyi hem de kalede yığılı yüzlerce Talant olduğu söylenen altınları almak ve böylece Sagalassos’a büyük miktarda ganimet, zafer, şan ve şeref ile dönmek istiyordu. Ama işler Antonin’in umduğu gibi yolunda gitmedi. Dağlara hâkim bir tepeye karargahını kuran Antonin’in ordusunun Adada’yı muhasara ettiğinin 13.günü her gün kırmızı duman görüntüleri ile haber almanın aksine; o gün dağlarda ellerinde meşale bulunduran nöbetçiler Isabella’dan kara haber var anlamında meşalelerinde kara dumanlar tüttürdüler. Kara haber, kara duman ile kara dağları aştı; Isabella’dan gelen kara haber sevdalısına aynı gün erkenden ulaştı. Dağ başlarında kara duman tüten meşaleleri gören Antonin; Isabella’dan gelen bu kara haber üzerine savaşa devam etmenin doğru olmayacağını o sabah anladı, hırsından miğferini kaldırıp taşlara çaldı, mızrağını emrindeki komutanların gözü önünde taşa batırıp kırdı.
Antonin son gelen Adada şehri yalvarma heyetini morali bozuk bir zamanında huzura kabul etti. İki taraf arasında kısa süren pazarlık yapıldı. Antonin Adada şehri halkından 72 katır yükü gümüş para tutan sefer masraflarını ve 7 payın üçü Sagalassos Kralı’na, ikisi Ordu Komutanı olan kendisine ve kalan ikisi de askerlerine dağıtılmak üzere yedi fil yükü 70 Talant altın ganimet alıp; iki tarafı da memnun eden bir anlaşma yapıldı. İki tarafı da memnun eden bu anlaşmadan sonra kösler, trampetler, davullar vuruldu, kuşatma kaldırıldı, orduya geri dön emri verildi.
Geri dönen ordu 7 günlük yolu beş günde alarak tam şafak sökerken Sagalassos’a geri döndü. Sagalassos’a giren orduyu Kral, Senato üyeleri ve ihtiyarlardan oluşan topluluk şehrin bir fersah dışında karşıladı. En önde yüklü ganimetlerle dönen ordunun komutanı Antonin vardı. Antonin'in üstünde zırhı, başında miğferi, beyaz atından inip şehrin girişindeki taç kapıdan girerken, Isabella O’nun önünde diz çökerek “seni çok seviyorum” anlamına gelen kocaman bir kırmızı gül demeti sundu. Sagalassos saraylarının pencerelerinden bakan Ağlasunlu kızlar, kadınlar, nineler bu manzarayı kaçırmadılar, hemen” kızın gönlü Prens Hekor’da değil; Ordu Komutanı Antonin’de “diye dedikodu yapmaya başladılar.
Zafer alayı geçerken kösler, trampetler çalındı, okçular sevinçten gök yüzüne doğru o kadar ok attılar ki, seferden dönenler okların gölgesinde kaldılar, gök yüzü kısa süreliğine oklardan görünmez oldu. En önde her biri ata binmiş, zırhlara bürünmüş yüzlerce subay, onları takip eden her biri on Talant harp ganimeti altın taşıyan yedi fil ve gümüş para yüklü 72 katır vardı. Arkadan ordunun malzemesini taşıyan savaş arabaları, yiyecek taşımada kullanılan deve kervanı ve zırhlara bürünmüş ellerinde kılıç, mızrak, gürz, topuz ve kalkan taşıyan ağır piyadelerin gelişi görülmeye değerdi. Antonin üç fil yükü altını “Kralın hakkı “diye Kral’ın Hazine Dairesine gönderdi. İki fil yükü altını subaylara iki pay, rütbesiz askerlere bir pay olmak üzere dağıtılmasını istedi. Kalan iki fil yükü altını ise kendisi için daha doğrusu Aşk Çeşmesi’ni yaptırmak için Kral’ın Emanet Dairesine indirtti. Hazineden karşılanan sefer masrafı 72 katır yükü gümüş para da Hazineye geri verildi.
Ağlasun Kralı askerlerinin seferden ganimetle dönmesinin şerefine, savaşçıları onurlandırmak ve elde edilen ganimet sevincini halkla paylaşmak için aynı gün ikindi vakti bir şölen tertip etti. Şehrin tanrılarına adaklar adandı, kurbanlar kesildi, tepe kadar et yığıldı. Pilavlara dökülen tere yağları seller, sular gibi aktı. Yemek faslına geçilmeden Sagalassos şehir meydanında önce evlenecek yaşa gelmiş kızlar raks ettiler, sonra da raks eden kızlar sevdiklerini dansa davet ettiler.
O gün şölen yerinde Kral’ın sağ yanında Veliaht Hektor, sol yanında da daha sabah seferden dönen ve savaş elbisesine çıkarıp, tören elbisesini yeni giymiş Ordu Komutanı Antonin oturuyorlardı. Meydan öylesine hınca hınç doluydu ki iğne atsan yere düşmezdi. Şehrin tüm ileri gelenleri ve halkı oradaydı. Herkesin gözü birbirlerine çok yakışan Isabella ve sevgilisi Antonin’in üzerindeydi. Kralın arkasında silahlı muhafızları, Prens Hektor’un yanında aynı zamanda koruması olan, sadağı ok dolu meşhur nişancı Okçubaşı vardı. Prens Hektor o gün hem dalgın hem de çok sinirliydi. Çünkü Isabella’dan hala net bir cevap alamadığına üzgündü. Isabella Onunla evlenme konusunda “evet” veya “hayır” diye bir cevap vermemişti, sadece aracılar ile “Prens hazretleri merak etmesinler; ordu seferden döndüğü gün cevabımı muhakkak öğrenecektir” diye haber göndermişti.
Orkestra tekrar çaldığında Isabella bir sülün gibi meydandaki kızlar arasından süzüldü ve meydanda bekleyenlerin umduğunun aksine Prens Hektor’u değil; Ordu Komutanı Antonin’i dansa kaldırdı. Bu aşıkların dansı daha başlar başlamaz Prens Hektor’un aklı başından gitti ve şuurunu kayıp etti, adeta delirdi; çıldırdı, yanındaki Okçubaşı’na “Antonin’i vur” dedi. Saniyeler içinde Okçubaşı oku yayına sürdü ve Ordu Komutanı Antonin’i hedef aldı; yayın kirişini çekip kaşla göz arasında oku fırlattığını Isabella gördü ve Antonin’e gelen oktan Antonin’i itip kurtardı ama kendi boynuna okun saplanmasından kurtulamadı. Kral o an orada Okçubaşı’na “dur” demeseydi, Okçubaşı Antonin’i de yeni bir ok atışıyla öldürecekti.
Isabella’nın yarası ağırdı, sevgilisi Antonin’in kollarında halkın önünde az zaman içinde can vermek üzere iken aklını başına topladı ve dilinden şu sözlerin döküldüğü rivayet edilir:
“Gelinlik giyemedim; babam buna ağlasın!
Anama söyleyin tez karaları bağlasın!
Antonin buraya bir aşk çeşmesi yaptırsın;
Çeşmeden akan sular göz yaşımdır çağlasın!..
Çeşme yapan ustalara çil çil altın saçılsın,
Bahtsız olan kızların bahtı burada açılsın!”
Sevdiği ile dans ederken okla vurulan Isabella’nın sevdiğinin kolları arasında ölmesi üzerine Kralın emri ile şenlik o an sonlandırıldı. Ordunun yapacağı resmi geçit töreni de iptal edildi. O günkü şenlik; o günkü bayram tüm Sagalassos halkına zehir oldu. Herkes içten gelen hissiyatı ile yas tutmaya başladı. Burçlardan kara dumanlar tüttürüldü. Sagalassos halkı grup grup olup; ağlaştılar. Derken acı acı üstüne geldi. Yiğit asker Antonin sevgilisinin kolları arasında son nefesini vermesine fazla dayanamadı. İki saat içinde evinin bahçesindeki incir ağacının altında parmağındaki yüzüğünün kaşı altında taşıdığı zehri içip “ah Isabella!.. Ah Isabella sensiz yaşamak bu dünyada bana haram oldu…Şimdi sana kavuşmaya geliyorum!..” diye diye inleyerek öldü; ortalık yine karıştı.
Aklı başında ihtiyarlar dediler ki “Artık olan oldu, bu olanlar bize yeter, bize onların muhteşem aşkına karşı yas tutmak düşer.” Kral ve şehrin ileri gelenleri din adamları ile birlikte Isabella ve Antonin’in cenaze merasimine katıldılar.
Cenaze merasimine utançlarından olsa gerek Kralın oğlu Hektor ve Okçubaşı katılmadılar. İki sevgiliyi tüm Sagalassos halkı aynı gün bir seferde yan yana iki mezara ağlaşarak koydular. Mezarcılar, Isabella’nın ve Antonin’in mezarlarının üstlerine onulmaz kara sevdayı anlatan alev kırmızısı gül ile saflığı temsil eden beyaz gül dalları diktiler. Antonin’in üzerine ayrıca kazandığı savaşların anısına mezarına zırhını, miğferini ve gümüş kakmalı kamasını koydular ve başucuna defne ağacı diktiler. Sagalassos’ta yedi gün, yedi gece yas ilan edildi.
Ordu Komutanı Antonin’in üzerinden Isabella için yazdığı şu şiir çıktı:
Sagalassoslular’a Hitap:
“Şunu iyi bilin ey Sagalassos halkı:
Isabella ve ben birbirimize deliler gibi aşıktık;
Saray ve siz Sagalassoslular inkâr ettiniz sevdamızı.
Ve gördük ki gök yüzünde melekler kıskandılar bizi.
Bugün öbür dünyada beni bekleyen
Isabella’ya kavuşmak için
Yüzüğümün kaşında sakladığım zehri içip
Hemen ayrılıyorum aranızdan;
Sizden ricamdır vasiyetime engel olmayınız.
Bileğimin ve kılıcımın gücüyle kazandığım
Adada Kalesi Seferi’nden getirdiğim altınları harcayıp;
Şehir meydanına Isabella’ya olan aşkımı anlatan
Dünyada emsali olmayan bir çeşme yaptırınız;
Bu çeşmeye 21 fersah uzaklıktaki Isparta Dağları’nda çağlayan pınarlardan
Berrak ve gürül gürül akan suları getiriniz
Bu Isabella’nın bana, benim de size nasihatimizdir.
Gerçek aşka inananlar bizi hatırlasınlar diye …
Adını da “Aşıklar Çeşmesi “koyunuz.
Heykeltıraşlar o çeşmede mermerlere kazısınlar
Bizim birbirimize olan engin sevgimizi.
Ve aşkımızı anlatan
Dünya’da emsali olmayacak çeşmenin yanı başına;
“Ey buradan geçen ziyaretçiler;
Şimdi esen bu rüzgarlar, çağlayan bu sular, anlatıyor size
Bizim yarım kalmış hazin hikayemizi.” diye yazsınlar.
Uğursuzluk Antonin’in Isabella’ya kavuşmak için intihar etmesi ile de kalmadı. Isabella ve Antonin’in öldüklerinden kırk gün sonra Sagalassos’ta şiddetli bir deprem oldu hem şehir yıkıldı hem de ihtiyar kral o depremde öldü. Kıskanç Hektor ‘un Sagalassos’a kral olmasının günü geldi. Isabella’yı çok sevmiş ama aşkına hiç karşılık bulamamış, kralın bahtsız oğlu Hektor “Ben Isabella’sız tacı, tahtı sarayı ne yapayım, ölünceye kadar vicdan azabımdan dolayı Isabella’nın yasını tutmaya kendime söz verdim “deyip; kendisine altın tepsi içinde sunulan saltanat tacını kaldırıp sarayın havuzuna attı ve” Isabella’sız Dünya’da Sagalassos’a kral olmak istemediğini” belirtti. Sagalassos ihtiyarlarından oluşan Senato üyeleri hemen orada Kral’ın başka oğlan çocuğu olmadığından krallık tacını sudan çıkarıp; kralın büyük kızının başına koydular.
Senatörlerden kurulu mahkemede “Antonin’i vur” emrini veren Prens Hektor hanedan mensubu olduğu için duruşmaya çağrılamadı; yargılanamadı. O zamanlar her yerde hanedan mensupları yaptıkları her işten sorumsuz olduklarından, onlardan kimse hesap soramazdı. Bu soylu sayılan insanlar her kanundan muaftılar ve diledikleri her şeyi yapma, yaptırma hakları vardı.
Hektor yargılanmadı ama ölünceye kadar Isabella ve Antoni’nin kavuşmalarına engel olduğu için vicdan azabı çekerek Sagalassos’ta viran hanelerde yarı deli gibi yaşadı. O gün düşünmeden, acımadan birbirini sevenlere ok atan ve yanlışlıkla Isabella’yı vuran Okçubaşı da Senato üyelerinden kurulu mahkemede yargılanıp “uğursuz savaşçı” sayıldı. Sagalassos vatandaşlığından çıkarıldı, aynı karar ile gözleri bağlı olarak Roma lejyonunun bulunduğu Sina Çölü’ne sürgün edildi ve orada ölünceye kadar cezasını çekti.
Olaylar yatışınca sıra dünya durdukça Antonin’in Isabella’ya olan aşkının simgesi olacak Aşk Çeşmesi’nin yapılmasına geldi. Ülke ülke, şehir şehir tellallar çıkarılıp; mimarlar, taş ustaları, heykeltıraşlar iş başına çağrıldı. Taş tüccarları bugün ki Afyonkarahisar sınırları içinde bulunan Dokimeion’dan (İscehisar) kara yolu ile çeşmenin ana sütunlarını oluşturan mermer taşlarını getirttiler. Çeşmenin sağ ve sol tarafında bulunan süslemelerin yapımında kullanılan mermer taşları Ege Denizinde Eğriboz Adasındaki Karistos Mermer Ocağı'ndan ve yine çeşmenin istiridye kabuğu görünümlü su düşürülen yapının sağ ve sol tarafını süsleyen sahanlıktaki heykellerin yapımında halk arasında "boynuz mermer" ya da "süzme mermer" olarak da adlandırılan ve dünyanın en seçkin heykellerinin yapımında kullanılan mermer taşlarının çıkarıldığı Aydın Afrodisias'tan (Karacasu-Palamutçuk Köyü) mermerler getirtilerek yaptırıldı. Çeşmenin yapımında yedi ayrı yerden getirtilmiş yedi çeşit mermer taşı kullanıldı ki sanatın zirvesi güneş ışıkları ile parlasın, insanlarda yaşama sevinci artsın istenildi.
Sagalassos’ta her şey yatıştıktan sonra mimarlar, mühendisler, heykeltıraşlar, nakkaşlar ve ustalar yedi yıl çalışıp nice el emeği; nice göz nuru harcayıp dünyada eşi benzeri olmayan Isabella ve Antoni’nin aşklarını anlatan 28 metre uzunluğunda ve 9 metre yüksekliğindeki çeşmeyi Antonin’in Adada Kalesi’nden aldığı 2 Talant altını harcayarak yaptılar. Ağlasun Mamak Ovası'nın toprağından yapılmış seramik künkler ile mühendisler, ustalar, işçiler 21 fersah uzaklıktaki Isparta Dağları’nın çağlayan pınarlardan gürül gürül akan, bol ve berrak sular getirip bu sanat şaheseri çeşmenin önündeki havuza yüksekten akıttılar. Sagalassos Aşk Çeşmesi tüm ihtişamı ile ortaya çıkıp iş bittiğinde, yapılan işin önemi ile orantılı bir açılış töreni düzenlendi. Bu törende Sagalassos Kralı, Sagalassos Aşk Çeşmesi'nin yapımında emeği geçen sanatkârlara ve ustalara payeler verdi. Bu paye alan sanatkâr ve ustaların Sagalassos Tiyatrosunda oynanan oyunları en önde kral ile birlikte seyretmeleri için protokol düzenletti.
O günden bugüne yüzlerce yıldır hala Antoninler çeşmesinden çağlayıp akan sulardan insanlar, kurtlar, kuşlar, böcekler şifa niyetine içiyorlar.
Rivayet olunur ki Antonin’in Isabella’ya aşkını anlatan dünyada emsali olmayan bu çeşmeye yılda iki kez Ay gizli gizli yıkanmaya gelirmiş. Güneşin ışıkları ona her çarpışta türlü renk cümbüşleri oluştururmuş. Işığın tonları suda tayflar oluşturup, gök yüzünün açık olduğu gecelerde bu çeşmenin havuzunda su kurbağaları ile yıldızlar birlikte oynaşırlarmış. Güvercinler bu çeşmenin suyundan içince Isabella ve Antoni’nin ruhları için başlarını göğe kaldırır dua eder ve rahmet okurlarmış. Bülbüller Ağlasun’da gül dallarına konarak; birbirlerine bu aşkın destanını okurlarmış.
Yine rivayet olunur ki Dünya’da görülmesi gereken ender yerlerden biri olan Sagalassos antik kentine özellikle Antalya, Burdur ve Isparta havalisinde dünya evine girecek gelin ve damatlar, evlilik öncesi muhakkak ziyarete gelir; "ömürlerinin en önemli anısı olsun” diye ve "tarihe not düşülsün" diye bu Isabella’nın Antonin’e kavuşamadığını anlatan ve Isabella’nın “Bu benim göz yaşımdır, sonsuza dek çağlasın. Bahtsız olan kızların bahtı burada açılsın!" dileğinde bulunduğu Aşk Çeşmesi’nden akan suların önünde bolca hatıra resimleri çektirirmişler.
Hikâyeler, bugün olduğu kadar antik çağ yaşamının da bir parçasıydı. Antik çağda insanlar, kimlik inşasının bir parçası olarak, toplum hafızasını şekillendirmek ve yüceltmek için geçmişte yaşanmış olayları seçici olarak kullanır ve kendi çıkarları doğrultusunda değiştirirlerdi. Pisidia halkı, özellikle de Sagalassoslular, Ksenophon (Anabasis, I, 2.8) ve Strabon (Geographica, XII, 7.2-3) gibi antik yazarlar tarafından savaşçı olarak nitelendirilmiştir. Sagalassoslular’ın bu mücadeleci yapıları muhtemelen hiçbir yerde Büyük İskender'in hikayesinde anlatıldığı kadar iyi yansıtılmamıştır. Makedon kralının biyografisini yazan Romalı tarihçi Arrianus, M.Ö. 333 yılında yapılan seferi şöyle anlatır: “Termessos'u kısa sürede zapt edememiş olmanın verdiği çaresizlikle Sagalassos'a doğru ilerledi (Büyük İskender). Sagalassos küçük bir kent değildi, burada da aynı şekilde Pisidyalılar yaşamaktaydı ve tüm Pisidialılar savaşçı olarak tanınsa da aralarında bu unvanı en çok hak eden bu kentin erkekleri idi. Kentin önünde, en az kaleler kadar düşmanı savuşturmaya elverişli olan tepeyi tutular ve İskender’i burada beklediler…
Muharebe göğüs göğüse bir hâl aldığında, barbarlar zırhsız olmalarına rağmen Makedon hoplitlerine saldırdılar ve ağır zayiata uğradılar. Çok geçmedi, ölenlerin sayısı 500’ü bulunca geri çekildiler. Çevik yapıları ve yöreyi tanımaları sayesinde kaçmaları zor olmadı; Makedonlar ise ağır silahları ve yolları bilmemeleri nedeniyle onların peşine düşecek cesareti bulamadı. Bundan ötürü, İskender kaçakları takip etmekten vazgeçti ve şiddetli bir hücumla kentlerini ele geçirdi (Anabasis, 1.28.1-5).”
Uzun yıllar sürdürülen kazı çalışmalarına karşın, arkeolojik alanda böyle bir savaşın izine rastlanmamıştır. Üstelik, son zamanlarda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar, Sagalassos'un Büyük İskender zamanında henüz bir kent bile olmadığını ileri sürmekte ve Arrianus'un anlatımının tarihsel doğruluğunu sorgulamaktadır. Buna karşın, Roma İmparatorluk Dönemi’nde Sagalassos halkı, atalarının ünlü Makedon kralı tarafından fethedildiğine gerçekten de inanmıştı. İmparator II. Claudius (MS 268-270) döneminde, kentin İskender tarafından fethinin 600. yıldönümünü anmak amacıyla basılan bir bronz sikke tipi, bunu açıkça yansıtmaktadır. Sagalassoslular’ı tarih sahnesine büyük savaşçı bir halk olarak çıkaran bu hikâye, topluluğun kahramanca yenilgilerle nasıl gurur duyduğunu bizlere gösterir.
Antik Pisidia Bölgesi, Roma koloni kentlerinin kurulması ve bölgeden geçen İmparatorluk Anayolu Via Sebaste’nin inşa edilmesi ile birlikte, MÖ 25 yılında Augustus tarafından Roma İmparatorluğu’na dahil edilmiştir. Sagalassos kenti, bu tarihi gelişimin potansiyelini fark etmekte gecikmemiştir. Roma hakimiyetinin en başından itibaren Sagalassos halkı, Roma İmparatorluğu’na bağlılığını göstermiştir. Roma’nın gücü ve onun simgesi olan imparator, en belirgin şekliyle imparatorluk kültü aracılığıyla sivil hayatın içine aktarılmıştır.
İmparatorluk kültüne tapınım kendini çeşitli imparatorluk tapınaklarıyla, Yukarı Agora’nın girişinde İmparator Claudius (MS 41-54) onuruna inşa edilen zafer takları gibi anıtlarla, Roma Hamamı’nda bulunan Hadrianus (MS 117-138) ve Septimius Severus (MS 193-211) heykelleri gibi anıtsal imparator heykelleriyle ve de gladyatör dövüşleri ve yaban hayvan avları gibi popüler gösteriler içeren dini festivallerle göstermekteydi. İmparatorluk kültünün bölgesel merkezi olarak aldığı rol ve kendisine verilen çeşitli onursal unvanlar, Sagalassos’un Roma ile kurduğu iletişim stratejisindeki başarısını yansıtır. Anıtlarda yer verilen bu unvanlardan en övünüleni, MS 212 yılında Yukarı Agora’ya dikilen İmparator Caracalla’nın heykeline ait kaidede de yazan “Sagalassoslular’ın kenti, Pisidia’nın ilk şehri, Romalılar’ın dostu ve müttefiki” idi. Roma tarafından verilen bu ayrıcalıklar, Sagalassos’un bölgedeki diğer kentler üzerinde üstünlük kurmasını ve Pisidia’nın merkezi olmasını sağlamıştır. Böylece, Sagalassos tam anlamıyla imparatorlar şehrine dönüşmüştür.
Antik kentler gezenlerin gözünde sadece yıkılmış anıtlar ve büyük taşlardan imar edilmiş yapılardan ibaret gibi düşünülür çoğu zaman. Hâlbuki onlar tıpkı içinde doğduğumuz, yaşadığımız kentler gibi insan hikayeleri ile örülmüş organizmalardır. Bir zamanlar sokaklarında insanlar dolaşmış, dükkanlarında alışveriş yapmış, tapınaklarında adaklar sunmuşlardır. İnsanlar kentlerden ellerini çekip de onları kendi haline terk ettiklerinde, hikayeleri de silikleşmeye başlar. Ta ki kentlere arkeologların elleri değinceye kadar…
Bucak’taki Kremna da bunlardan biridir. Kremna Antik Çağ’da Pisidya adını taşıyan Torosların üst kesimindeki dağlık coğrafyadadır. O dönemlerde savaşçı halkı cesur, gözü pek karakteri ile nam salmıştır. Kremna aslında pek çok hikayeyi bünyesinde barındırır. Amyntas gibi krallar, Augustus gibi imparatorlar kentin şekillenmesinde, olduğu şeye dönüşmesinde rol oynamışlardır. Ancak bir hikayesi daha vardır ki diğer kentlerden çok farklıdır: Bir haydutluk hikayesi.
Geçmiş zaman içinde, Roma İmparatorluk Döneminde, hükümdarlardan Probus zamanında, akınlarla zarar gören ayrıca salgın hastalıklar ve depremler nedeniyle zayıflayan Roma korsan ve eşkıyalarla baş etmeye zorlanır olmuştu. Torosların doğu Akdeniz’deki yükseltileri üzerindeki İsaurialı Lydius bu eşkıyalardan biriydi. Antalya kıyıları ve ovasındaki kentlerde yağma ve haydutluk yapan Lydius’un üzerine, bu eşkıyalığa son vermek isteyen İmparator Roma ordusunu göndermiştir. Ordu karşısında çareyi kaçmakta bulan Lydius ve beraberindekiler o dönemde tüm kabileler ülkesi Pamhylia adıyla bilinen Antalya kentlerinden Aksu vadisi boyunca kuzeye çıkarak adeta bir kartal yuvasını andıran, üç tarafı uçurumlarla çevrili Kremna’ya geldiler. Aslında bu geliş bir zapt altına alma şeklinde oldu. Konumu sebebiyle kolay kolay ele geçirilemeyecek bir kaleye benzeyen Kremna, kente sızarak adeta içeriden ele geçiren bir avuç haydutun eline düştüğünde tarihler Milattan sonra 278 yılını işaret ediyordu. Zosimos, Strabon gibi eski yazarların aktardıklarından bilinen bu olay Kremna tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olmuştur.
Lydius Kremna’yı ele geçirdiğinde kentte pek çok insan bulunmaktaydı. Roma ordusu Pamphylia’dan kente gelerek kuşatma altına aldı ve hemen kentin karşısına bir karargah kurdu. Haydut kuşatma niyetini anladığında kent içindeki evleri bir kısmını yıkarak tarım arazisi durumuna getirdi ve yiyecek tedariki amaçlı tahıl ektirdi. Ne var ki, nüfus hala doyurulabilecek olandan çok daha fazla olduğu için, çocuk ve yaşlı olanları şehir dışına sürdü. Daha sonra Roma kampının ötesinde kent dışındaki sığır ve yiyecekleri çalmak için kent dışına tünel kazdırdı. Bir muhbir kadın tarafından burası ifşa ettirilene kadar tedarikler sağlanmış, kuşatma uzadı. Kremna’nın güçlü surlarına güvenerek savunma için yeterli olduğunu düşündüğü birkaç yakın arkadaşı ve bazı kadınlar dışında kentteki herkesi öldürme kararı aldı. Ancak bu sırada güzel bir gelişme oldu. Lydius yakın adamlarından birisi ile bir anlaşmazlığa düşerek onun kentten kaçmasına sebep oldu. Roma ordusuna sığınan adam olanları anlatarak onlara Kremna surlarını aşabilecekleri zayıf kısımları gösterdi. Böylece taaruza geçen ordu kenti geri almayı başarırken haydut Lydius’ta kendi adamlarından biri tarafından öldürülerek Romalılara teslim edildi. Kremna böylece eşkıyaların işgalinden kurtuldu. Lydius’un kente verdiği zararın izleri üzerinde geçen yüzlerce yıla rağmen hem surlarda hem de surun gerisindeki mahallelerde hala gözlenebilmektedir.